AN’ın Misafiri 

Kızılırmak’ın kıyısına oturmuş meditasyon yapıyordu Simya. Ardından yaklaşan yumuşak ama bir o kadar da rüzgârlı ve hüzünlü sıcaklığı hissetti. Dönüp arkasına baktığında birkaç yüz metre ötede durmuş onu izleyen bir çift göz vardı.

Merhaba,” dedi Simya elini kaldırarak, “Görüyorum seni” der gibi… “Suyun akışı iyileştirir. Yakından izlemek istemez misin?”

Yavaş adımlarla ona doğru yaklaşıyordu an’ın misafiri. O sırada önüne döndü Simya, ırmağı izlemeye devam etti. Bahar sabahı, saat 7:00 civarı güneş pırıl pırıl parlayan yüzünü göstermeye başlamıştı. Yakıcı da değildi henüz, adeta okşuyor gibiydi insanın ruhunu, tıpkı elleriyle saçları okşar gibi…

O sırada an’ın misafiri Simya’nın yanına varmıştı artık. Simya kafasını onun olduğu yöne doğru çevirdi; “Merhaba. Simya ben,” dedi.

Misafir, Merhaba,” diyerek karşılık verdi, ancak ismini paylaşacak kadar kendini yakın ve güvende hissetmedi. “Belli ki yakın zamanda ‘güven’ kalesi şiddetli bir sarsıntı ile hasar almış” diye geçirdi içinden Simya. “Ne kadar sarsıcıydı ve ne kadar yakın zamanda olmuştu acaba?” soruları bir bir sıralanırken kafasında, bir yandan gönlü yanıt veriyordu sorulara;

Her durum, her ruhu aynı şiddetle sarsmaz ki ve ‘zaman algısı’ ona tutunduğun kadar yakındır ya da uzak… İzin vermeyi öğrenirsen, an’ın dışındaki her şeyin bir hayal perdesi olduğunu göreceksin.”

Kendi kendine gülümsedi Simya. Simya’nın bu isimlendiremediği “dingin” hali farkında olmasa da şifalandırıyordu bu yorgun gezgini… Misafirin hissettiği huzur, ona orada kalmasını söylüyordu.

Misafir, Neden gülümsüyorsunuz?” diye sordu tedirgin bir merakla. Güvenemediği için araya mesafe koymak istiyordu, “siz” diye seslenerek…

Simya, Kendi kendime konuşurum da ben,” dedi tüm içtenliğiyle. Aklımdan geçenler gülümsetti. Ne garip; eğer duymak için kendiyle baş başa kalmaya cesaret edebilirse insan, içinde binlerce ‘ben’ olduğunu görüyor. Hepsi birden konuştuğunda ise bazen ortaya seyirlik bir ‘Keşif Pusulası’ çıkıyor.”

Otursana,” dedi, sol yanını işaret edip eliyle çimenlere dokunarak. “Toprak seni kucaklamayı bekliyor. Sen neyi bekliyorsun? Daveti duymadın mı?” Muzırlık peşinde çocuklar gibi, hem laf sokuyor hem de eğleniyordu.

Oturdu yanına an’ın misafiri. Simya’ya bakarak “İlginç bir kişilik” diye aklından geçirdi. Bu iletişimde garip bir şekilde kendini yabancı hissetmemeye başlamıştı. Sanki daha önceden tanıyor gibiydi Simya’yı.

Gezmeye mi geldin? Yoksa yeni mi taşındın?” diye sordu Simya. Burası küçüktür, herkes birbirini mutlaka görmüştür. İlk defa karşılaştığımıza göre ya gezginsin ya da yeni geldin,” diye ekledi.

Gezginim diyebiliriz Biraz uzaklaşmak istedim yaşadığım şehirden,” dedi misafir. “Adım, Doruk bu arada.”

Memnun oldum,” dedi Simya, gözlerinin içine sevgiyle bakarak,

Doruk ise kaçırdı gözlerini ve hiçbir karşılık vermedi. Çimenlerin arasında erzak taşıyan karıncaları izliyordu. Simya da onu…

İçinden konuşuyordu yine Simya; “İnsan kendinden ne kadar uzaklaşabilir ki yollara düşerek? Ama yolculuk iyidir. Bu kaçış aslında insanı kendi merkezine yaklaştırır çoğu zaman. İyi ki yola çıkmışsın.”

Belli belirsiz duyuyordu Simya aslında onun ruhundaki dalgaları… Meditasyon ona her geçen gün daha da çok, kelimelerin ötesini duymayı öğretiyordu. Doruk’un ruhunun dalgaları içinde geziyor ve tanıyor, anlamlandırıyordu tüm bu hisleri.

Karanlık sana ne hissettirir?” diye sordu aniden Simya.

An’ın misafiri Gezgin Doruk, hiddetlendi birden;

Karanlıktan nefret ederim!”

Neden?” diye ikinci soruyla devam eden Simya, içinden “Belli oluyor” diyerek gülümsedi.

Doruk; “Önünü göremezsin, kendini koruyamazsın, soğuktur, acı getirir… Daha sayayım mı?” dedi, sinirli sinirli.

Simya, sakin bir tonla Anlıyorum öfkeni,” diye yanıtlarken Doruk’u, “Hiddetin içine gizlenmiş korku” diyordu kalbindeki ses. Devam etti; “Karanlığın içinde kaçmadan kalmak için kendine ne kadar süre tanıdın bilmiyorum ama eğer kaçmadan tam merkezinde yeterince kalabilirsen gözlerinde bir ışık belirecektir, yolunu aydınlatıp karanlığın içinden geçmeni sağlayacak. Hiç izin verdin mi kendine bu kadar?”

Doruk;

Saçmalıyorsun. Karanlık, karanlıktır. Neyine süre vereceksin? Birinin seni paramparça etmesi ihtimalini nereye koyacaksın? Parçalandığında, bu aptallığını ne ile gizleyeceksin? Gerçekçi ol biraz. Bu romantik laflar sadece filmlerde değerlidir. Oysa vahşi hayat senin bu sandığından çok daha yok edicidir. Bir kavgaya giriyorsan ilk sen vuracaksın ve sert olacaksın.”

Acısını duyuyordu Simya. Öfkesini akıtmasına izin veriyordu. Gürül gürül akan Kızılırmak, başlarının üzerine zarafetle eğilmiş söğüt ağacı… Sonsuzluğun içinde kucaklıyordu her ikisini de… Oysa “Vahşi hayat” şifa verendir, var edendir. Keşke şehir insanı, bildiğini sandığı tüm yanılgılarını bir kenara bırakıp her şeyi unutabilse! Yeniden başladığında hakikati görebilecek farkındalıkla kalbinde her daim var olan, şifalandıran bilgelik kitabını okuyabilse.

Simya, şefkatle ve dinginlikle devam etti;

Yeryüzünde karanlığın varlığını kabul et; itme onu, savaş açma, yok etme tutkusuyla dolma. Sadece kabul et. Yeryüzünde karanlık var, tıpkı aydınlık gibi. Gün gibi, gece gibi. Göreceksin ki, hiçbir şey eskisi gibi acıtmayacak, korkutmayacak da… Çünkü hiçbir ateş, kafanda yarattığın kadar büyük ve yakıcı değildir. Tutunma, bırak, yaşadığın her ne ise… Herkesi ve her şeyi affet. Olan, olmuştur; bırak şimdi burada, bu an’da. Coşkuyla akan şu Kızılırmak’a bırak, akıp gitsin. Eğer ateşi ısrarla, sıkıca tutmazsan avucunda, an’da yaktığı ten, bir sonraki an’da iyileşecek. Karanlığı kabul et ve doğasını. Ve hiçbir acının ‘korkaklık’ kadar derinden ‘yaşam hırsızı’ olmadığını fark et.”

Ona doğru eğilerek fısıldar gibi ekledi;

Işığının dışardan değil de senden çağladığını idrak edebilirsen,” bunu söylerken işaret parmağıyla kalbini işaret ediyordu, “hiçbir karanlık sonsuza dek sürmeyecek.”

Kalbinin üzerine eliyle yumuşakça dokunup aynı anda ayağa kalkarken, “Ona izin ver,” dedi Doruk’un kalbini işaret ederek. Gözleri, Doruk’un kalbindeydi.

Gülümsedi kocaman ışıldayan gözleriyle Simya;

Hadi ben kaçtım. Saat dokuza geliyor. Mis gibi kahvaltı zamanı. Bizimkiler beni bekler.”

Doruk, Nereden biliyorsun dokuz olduğunu?” diye sordu, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle. Bu zıtlıktan doğan aydınlığın, tanımadığı bir hafiflik yaşattığını fark ediyordu. Simya’nın kolunda ne saati vardı ne de herhangi bir teknolojik cihaz. Yanında hiçbir destek almadan bunu bilmesi çok mantıklı değildi Doruk için.

Sen de biliyorsun, sadece izin ver,” dedi Simya.

Her sabah mı geliyorsun buraya?”

Plan yapmıyorum. Kalkıyorum, bahçeden çıkıyorum ve adımlarımla ruhumu takip ediyorum. Sen de dene, çok eğleneceksin.”

Kendine iyi bak. Burası küçük, demiştin. Yine karşılaşırız.”

Simya, Hiçbir yer, sandığımız kadar küçük ve düşündüğümüz kadar büyük değildir. Olması gereken olur. Ama yeterince istekle hayal edebilirsek hayal perileri gerçek kılar” dedi gülümseyerek. Ardından, “Görüşürüz,” diyerek arkasına dönüp hızlı adımlarla ilerledi.

Önüne döndü Doruk, Kızılırmak’ı izledi. Sırtüstü çimlere uzanarak kuş seslerini, hafif hafif esen rüzgarı izledi bir süre daha.

Hayal et,” diye fısıldar gibi söylendi kendi kendine: “Hayal et, hayal perileri halletsin.” Gülümseyerek mırıldandı: “İyiymiş.” 

Tüm konuşmalar zihninde tekrar tekrar dönüyordu. Damarlarında dolaşan “vahşi doğa” onu kuşatmaya başlamıştı.

Şifa akıştı; tıpkı Kızılırmak gibi…

Şifa Aşktı; vahşi Aşk, her an her yerde olan…

Birbiri için atan iki kalpten çok daha fazlasıydı bir’likte aynı hayalle çarpan kalpler…

Sonsuz olanın koynunda…

Şimdi ve daima… Aşk her yerde… Love is All

2015

Öykü Yurtyapan