Nefes egzersizlerine başlayışımın sanırım üç ya da dördüncü haftasıydı, Bilmek ile Olmak arasındaki farka ayıldığımda. Sonsuz hakikatin nasıl da her solukta hücrelerime dolduğunu, ayrılık hipnozunun tuzla buz olduğunu ilk deneyimlediğim birkaç saniyelik kutlu an.
Ayrılık illüzyonu, değersizlik illüzyonunun rahmidir. Tüm insanlığın ortak bilincine işli, kimimizde makyajlı kimimizde aşikâr ama hakikati unutma ve sonrasında bulma dünya yolculuğumuzda en kalın perdelerden biridir değersizlik inancı.
Yüce’den ayrı isek; o en değerli ise o halde ben en değersizimdir. O tam, ben eksik. O ışık, ben karanlık. O bolluk ise ben kıtlığımdır.
İçimizde iki ayrı ses vardır sanki, bizden bağımsız; sorgulama çağına geldiğimizde.
İki ayrı ses vardır, evet ve her ikisi de Bir’den gelir, çünkü ayrılık sandığın kalın bir perdedir; senin idrak etmeni ve Hakikat ile arandan çekmeni bekleyen.
Değersizlik inancının zihnimize hitap eden nedenlerine, niçinlerine detaylı değinmiyorum, çünkü her biri zıtlıklar dünyamızın senaryosunda yazılı, olması gerekenlerdir. Evet, biliyorum, bazıları daha derinden, daha yüksek sesle gelen sarsıcı rollerdir, bazısı daha naif, daha şefkatli. Biliyorum, her olanın, olması gerektiğine gönülden kabul vermek zaman ister, emek ister. Köklerini yeryüzünün kalbine salıp dallarınla arş-ı alayı dolanmak ister. Ama nasıl ki ayrılık yoksa, sonsuz olanın, başı ve sonu olmayanın nefesin olduğuna, damarlarındaki kanın olduğuna, her bir hücrende aşkla parladığına uyandığında aslında zihninde resmettiğin kadar zor olmadığını da idrak ediyor olacaksın.
Her ne olduysa… Tutunma, bırak.
Daha anne karnında istenmemiş olabilirsin (Ayrılık illüzyonunda boğulan sevgili annen ya da baban varoluşunla ağır bir korku yüklenmiş, sana yansıtmış olabilir).
Anne ve Baba’nın koynunda olman gereken dönemlerde yine onların derin korkularıyla yarattıkları kendi illüzyonları sebebiyle sevgisiz, şefkatsiz kalmış, eleştirilmiş, yetersiz, eksik hissetmiş olabilirsin.
İNSAN olduğunu idrak edemeyip hala DNA’sındaki hayvansal dürtüleriyle yaşayan derin uykuda bir bedenlinin tecavüzüne, tacizine uğramış olabilirsin.
İçindeki değersizlik hissiyle, kurban olma-kurban etme bilinciyle nefes alamayan, yüzleşemeyen bireylerin öfke patlamalarına, şiddetine maruz kalmış ya da çaresiz izleyicisi olmak durumunda kalmış olabilirsin.
Her ne olduysa oldu.
Bil ki, her şey olması gerektiği içindir, biz uyanana dek.
Her birimiz, bir diğerinin uyanışı için farklı rollere bürünen, yaşayan aynalarız.
Her birimiz, birinin nedeni, diğerinin sonucuyuz.
Oyun böyle.
Aynanı sorgulama, aynanda gördüklerinle kendini bulmak senin hikayen.
Biliyorsun, dışarıda bir şey yok, senden başka.
Dışarıdaki her görüntü, her ses, içindeki Aşk’ın sana seslenişidir uyanman için; Hatırla! Âşık olduğunda, Dünya’nın en değerlisi; iki gönlün nasıl da devleştiğini, birleştiğini hatırla! Sonra bitiyor rüya diyorsun, deme. Başlamadı ki bitsin. Sen film sandın, oysa o yalnızca fragmandı; gerçek aşk’ın kokusunu alman ve yola çıkman için.
Vazgeçme sevgili; durma, yürü. Zannı, hakikat sanma, ötesine yürü.
Her adımımızı kutluyor, kutsuyor kâinat, aşkla yürü. Eğilip kokladığın nergisten al aşkın selamını. Yüreğine vuran güneşten al, omzuna konan kelebekten.
Aslında ayrılık yok sevgili. Hatırla; ben, senim. Hatta ben, benim.
Portakalda vitaminim, karıncayım, kuşum, solucanım, tırtılım, kartalım, serçeyim, aslanım, tilkiyim, sırtlanım, balinayım, denizyıldızıyım, mercanım.
Ve insanım. Yıldızım, galaksinin zerresi, zerrenin galaksisiyim, sonsuzluğun noktası,
Aşk’ın sevgilisiyim.
Ben, benim.
Tüm sıfatlardan, tüm yargılardan, tüm koşullardan; geceden, günden, kardan, güneşten bağımsız.
Ben, benim; ben, sevgiyim sevgili.
Güneşin içine buz katabilir misin ki, benim içimde değersizlik ararsın?
Hatırla sevgili; ben, benim.
Öykü YURTYAPAN